Masal

29Sep12

Perdeleri uçuşturarak camdan içeri dalan rüzgâr davetkâr bir biçimde uzatılmış bir el gibi. Elini uzatarak o ele bir temas isteği… Elinden tutacakmış gibi, ama daha çok bir elin uzanışıyla değil de, sanki direkt o akışın alttan kucaklamasıyla hafifçe kaldırılmış gibi.

Parmaklarının arasından akan havayı hissederken ayak parmaklarının birer birer yere temasıyla, ufak adımlarla balkona doğru süzüldü. Akış şimdi tüm bedenini sarmalamış durumda; saçları birbirine dolanarak karışıyor, elbisesinin her yeri havalanıyor. Çıplak ayaklarının soğuk betona temasıyla bedeninde hafif bir ürperme, pütür pütür olan derisi. Soğuktan mı? Hiç sanmam. Daha çok, için ürpermesi gibi ama herhangi bir rahatsız olma hali yok. Şehrin tepesinden uzaklara bakıyor, gökyüzünün yere doğru inen ve kademe kademe aydınlanan rengine doğru. Tepesi simsiyah ama şehre yaklaştıkça rengi önce laciverte, sonra maviye ve en sonunda neredeyse beyaza çalıyor. Tam bitti derken şehrin ışıkları başlıyor; önce bir alanın aydınlığı, sonra siyah ya da koyu renkli yapılar ve onların nokta nokta ışıldayan camları. Camlardaki ışıklar net değil, titreşiyor. Sanki birileri sürekli ışıkları açıp kapıyor ve bunu çok seri bir şekilde yapıyor. Kafasını gökyüzüne doğru kaldırıyor, koskocaman bir ay, bembeyaz ve etrafında milyarca yıldız, irili ufaklı, onlar da titreşiyor. Sanki birileri onları da sürekli açıp kapıyor. Sanki, yerde ve gökte birileri ona bir takım işaretler yollayarak bir şey demeye çalışıyorlar gibi. Ama, bu sadece bir illüzyon.

Şimdi, gözlerini en alta, tam alta, dimdik deviriyor. Yüksekten aşağı bakmak, sonsuz gibi ama sonu görüyor. Aşağıda koyu rengin içinde belli belirsiz çimler, toprak… Çok yüksekte, en yüksek kulede. Bu kadar esinti olmasının en normal olduğu kadar.

Herkes evlerinde mi? Herkes huzurla evinde mi oturuyor? Neler oluyor o pencerelerin ardında; acı, mutluluk, öfke, hüzün, uyku? Bilinmez ama hepsi orada, hepsi var, bu aşikar. Oralardan bir yerlerden onlar da ona doğru bakıyor mu? Onlar da penceresinden süzülen kıpırtılı ışığı izliyorlar mı? Kim bilir…

Çok uzaktalar. Elini kaldırıyor, sanki uzatacak ve oraya temas edecek gibi. Ama, çok uzaktalar. Belli belirsiz bir gülümseme, hafifçe dolan gözler. Derin bir iç çekiş ve ardından dolu, tok bir kahkaha. Neye gülüyor?

Akış hissedildiği gibi, akıyor sadece. Akması gerektiği gibi, akması gerektiği yöne. Hissetmek için elini biraz daha kaldırıyor, parmaklarının arasından akan havayı biraz daha hissetmeye çalışıyor. Düşünüyor…

Eskiden de böyle miydi? Böyle derken … Eskiden, sanki herkes birbirine öteki bir saniye sonra yok olacakmış gibi kaybetmek istemezcesine bir tutkuyla sarılıyordu sanki. Arkadaşlar, dostlar, sevgililer, akrabalar. Sanki ilk defa görmüş gibi ama sanki yıllardır tanıyormuş da her an kaybedebilecekmiş gibi. Herkes, yapılması gereken her şeyi yapıyordu. Elinden geldiğince. Abartarak. Zorlayarak. Sonsuz birimlere dayanarak yaşanıyordu her şey: Zaman, içki, yemek, eğlence, kahkaha hiç bitmeyecekmiş gibi sürdürülebiliyordu. Her an bitecek de bir daha bulunamayacak gibi tüketiliyordu. Sonsuz sanıp tüketmekle, sonlu sanıp daha çok tüketmek arasında bir yerdeydi herkes. 

Gözleri doluyor, iki büyük koca damla yaş yuvarlanıyor aşağı doğru, metrelerce sürükleniyor, rüzgârla yolu eğilimli, bir hayli bir zaman sonra varabiliyorlar toprağa, biraz dağılmış, damlalarına ayrılmış. Bir iç çekiş daha…

Tükenmesin diye çırpınırken ve tükenecek diye tutunurken nasıl da tüketmiştik her şeyi? Sadece neşeli olanları değil, acıyı, öfkeyi ve kini de yok etmişiz. Ne kadar büyüktü her şey o zaman ya da biz mi çok büyük cümleler kuruyorduk? Sevgi de çok büyüktü, nefret de, neşe de yere göğe sığmıyordu, üzüntü de. Mutluyken dünyanın en mutlu insanı, üzgünken dünyanın sonu sanırdık. 

Şimdi, sanki her şey rayına oturmuş gibi. Her şey daha dingin. Hiçbir şey o kadar uçlara sürüklenemiyor, sürüklenmiyor. Kimse hiçbir arkadaşıyla o kadar samimi değil. Kimse sevgilisine tırnaklarcasına tutunmuyor. Hiç kimse karısını, kocasını o kadar sevmiyor. Kimse o kadar öfkelenmiyor birbirine, kimse küsmüyor. Evet, hiçkimse birbirini o kadar da ciddiye almıyor artık. Herkes sanki zehirleniş birer böcek gibi; ölmeden önce sağa sola yalpalayarak vızırdıyorlar. Ölüp gidene kadar ne kadar zikzak çizse, ne kadar vızırdasa kârmış gibi. Son çırpınışların içine gizlenmiş son oyalanmalar. Hissetmeden, bırakmadan, kapılmadan, temâs etmeden oradan oraya savrulan karafatmalar. 

Gülüyor yine, bu sefer delice değil, tatlı bir tebessümle karışık anlayışlı bir bakış gibi. Anlamış gibi. Ama, daha çok anlamaya çalışıyor gibi.

Büyümek, olgunlaşmak, durgunlaşmak bu muymuş meğer? Birbirine teğet geçen ifadeler, çok da düşünülmemiş düşünceler, iki saniye sonra hatırlanmayan hisler. Büyüyünce her şey silikleşiyor muymuş? İsimler, simalar, fikirler… Sevgiler iki sözcük, paylaşımlar işin rast gittiği yere kadar. Gece olunca, herkes bir bir evlerine çekilince çekilen şeritler. Tekrar temâs için ışıltılı kıpırtıların bile zayıflaması. Yarı isteksiz, istemem yan cebime koy vâri imâlar. Para, kostümler, eğlenceler bomboş muymuş? Esasında herkes ölene dek vakit mi öldürüyormuş? 

Donuyor ifadesi. Donuyor tüm hareketleri. Tek hareket, rüzgârın getirdikleri.

Sıkıldım derken, yapacak bir şeyim yok demek istemedim ki aslâ! Tek başıma, kendim çalıp kendim oynarken, en ufak bir hamlemin bir tanecik şahidi yokken bana nasıl oluyor da “Amma abarttın!” diyebiliyorsunuz. Ben miyim abartan, yoksa … Evet, yoksa siz mi biraz abarttınız? Ben burada, kulenin en tepesinde rüzgâra karşı dikilirken, siz orada cılız ışıkların aydınlattığı yalancı hânelerinizde çok mu eğleniyorsunuz? Yoksa, her haftasonu olduğu gibi neşeliyi oynayıp yine her pazartesi olduğu gibi suratınızı sallaya sallaya nefret ettiğiniz işlerinizin başına mı geçeceksiniz? Nefret ettiğiniz kocanıza, karınıza güle güle diyip üç kuruş parayı kazanmak için mi adım atacaksınız kapıdan bir kez daha? Maddelerden aldığınız zehrin tesiriyle bir kez daha yalpalarken dışarı doğru, kaç ruha temas etmemeye çalışacaksınız yine? Bedenlere dokunup gözlerinin içine bakarak sevdiğinizi söylerken hiç mi vicdanınız sızlamayacak bu kocaman yalanların ardından?

Gözlerini kapadı, rüzgârı tüm yüzünde, bedeninde hissetti. Sona doğru yalpalarken gözlerini açması gerektiğini düşünüp bir hamle de bakıverdi. Bakıverdi son bir kez daha hayatın tam gözünün içine, kocaman açılmış gözleriyle. Gülümsedi ve gözleri “Seni seviyorum,” dedi bile. Tam hayatın gözünün içine doğru tüm coşkusuyla bir kez daha baktı. Bir kez daha kahkaha attı ve gözlerini yumdu sonsuz huzurla. Rüzgâr saçlarını bir kez daha havalandırdı.

Ve sonra, her şey durdu.

(mu acaba? >>>)



One Response to “Masal”


  1. 1 Masal II « gökçenergüven'de neler oluyor?

Leave a comment